GenelNew

Doğurduğumuz Anksiyete

Abone Ol 

Hiç kimse doğduğu zaman depresyon veya anksiyete ile doğmaz. Kronik yatkınlığın dışında, depresyon ve anksiyete dediğimiz aslında her birimizin ruhunun içerisinde bir parça da olsa yer edinen ve kendini besleyen o duydu durumu, genellikle dış çevre olarak bizim doğurduğumuz, büyüttüğümüz ve baktığımız bir şeydir. Bir çiçeği besler gibi besleriz aslında anksiyetemizi.

Her gün kendimizi erişemediğimiz hayat standardına sahip insanlarla sosyal medya üzerinden kıyaslayarak, içinde bulunduğumuz çevreyi, alanı, ortamı sevmememize rağmen değiştirmek için bir şey yapmadan değişmesini bekleyerek, bazen kaybolarak, bazen çok korkarak, bazen öyle şiddetli korkup sonra kaçarak, ama bir şekilde hep besleriz. Farkına vardığımız da ise yüzleşme çok sancılı olur ki hemen geçmez etkisi; önce hazmetmek gerekir, düşünmek gerekir. Tam olarak nerede iplerin koptuğunu anlamaya çalışmak gerekir, hatta kendi kendine çocukluğuna bile iner insan. Hiç tatmadığını düşündüğü travmaların içinde bulur, travmalarının sebeplerini bulur. Sebebi olan şeyleri inceler, sebebi olan insanlara bakar. O insanları gözlemler, kendince yorumlar ve anlamaya çalışır nedenini. Her birinin neden yaşandığına dair anlamak ve sonuca kavuşturmak sonrasında ise o kaybettiği huzura yeniden sarılmak ister insan.

Huzur dediğimiz o şeyi ararken en acı gerçekle yüzleşir, aslında doğurduğumuz bu duygu durumları bize karşı doğuran insan da en derin bir şekilde yaşamaktadır. İster farkında olsun ister olmasın. Buradan sonrası ise çaresizliktir. Ne yapacağını bilememek ve hissedilen boşluk, insanı çoğu kez kafayı yedirtecek derecede çıkmaza sürükler. Durmak, nefes almak tam burada aslında en güzel durakken, neo-liberal dünyada pek de duramaz.

Her an rekabetin had safhada olduğu ve belki durmanın geri gitmekle aynı durumu çağrıştırdığı günümüz acımasız sisteminde, insanın ruhuna bakıp yarasını sarması maalesef çok erişilebilir olmamaktadır. O nefesi almak halbuki bizi sonrasına da iten, itici güç olacaktır. O nefesi ertelemek, insanın kendisini ertelemesidir. Hisseder durması gerektiğini, ama duramaz. Ailesi, işi, aynı seviyede empati yeteneğine sahip olmayan arkadaşları, hayatın akışı aslında hep engeldir. O engeller arasında insanın çıkıp belki de “yeter” diye bağırıp, her şeye biraz ara verip sadece kendiyle kalması, kendini keşfetmesi gerekse de sistem acımasızca üzerine gider insanın.

Acıdır, acıdır ki bir tek kendine insan olamaz o an insan. Daha iyisi, daha kötüsü bilinmez ama daha az insandır. Uyuşan, eskisi gibi tat almayan, hayatın renklerine kör, müziğine sağır olmuştur. Bu anda da insana yine el uzatacak kişi insanın yine kendisidir. En sevdiklerimiz, belki bize travmaları yaşatan ailemiz ya da biz bunları başka sebepler yüzünden yaşarken yanımızda destek için duran ailemiz, yargılayan arkadaşlarımız, yargılamadığı söyleyen ama kafasının içindeki sesleri hissettiren arkadaşlarımız ve her biriyle iyileşmek için çıkmış olsak bile yola; tedavimiz yine içimizdeki benliğimizde saklıdır.Kendimize dönmek, ruhumuzu sevmek, yaralarımızın iyileşmesi için kendimize zaman vermek, hayatın her anında çok önemli. İstemediğimiz duygu durumlarından kurtulmak için değil sadece, aksine daha başarılı olmak, daha iyi iletişim kurmak, daha iyi sosyal ilişkilerde bulunabilmek için önce kişinin kendisiyle iletişimi, kendi içine ne kadar döndüğü belirleyicidir.

Acımasız rekabetin tam ortasında, nefes alabilenler yaşayanlardır bu dünyada. Her birimizin sadece var olmaması, yaşaması umuduyla…

Abone Ol 

Büşra ERCAN

1999 yılında İstanbul'da doğdum. Çocukluğumdan beri duygularımı en iyi şekilde kalemle aktardım. Her zaman kendim için yazdım. Üniversite hayatım boyunca düşüncelerim şekillendikçe yazmak benim için daha da ayrı bir önem kazandı. Şimdi yine en çok, kendim için yazıyorum.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu