Selahaddin Eyyübi
Selahaddin Eyyubi Kimdir ?
Aslen kürt kökenli olduğu söylenen Selahaddin Eyyubi, 1138 yılında Tikrit’te dünyaya gelmiş, Şam’da büyümüştür. İyi bir öğrenim gören Selahaddin Eyyubi, sanatla yakından ilgilenerek, kendini geliştirmiştir. Askeri eğitimden çok dini eğitime önem vermiş, aldığı din eğitimi doğrultusunda, vicdanını ön planda tutarak önemli askeri zaferler kazanmıştır. Aslında, 26 yaşına kadar din ağırlıklı eğitim alan Selahaddin Eyyübi’nin hedefi, ilim ve sanatla uğraşmaktı. Ancak, amcası Esedüttin Şirkuh’un onu yanına almasıyla, ileriye dönük planları tamamen değişmiş ve tarihi kaynaklarda adı sürekli anılacak bir komutan olarak askeri hayatı başlamıştır.
Selahaddin, Kürt Ravadiye aşiretinden gelmektedir. Dedesi Şad-i bin Mervan, sıradan bir vatandaşlıktan Bağdat valiliğine yükselmiş arkadaşı, Bihruz’un yardımıyla aile saltanatım başlatmıştır. Bihruz, eski dostunun en büyük oğlu Eyyüp’ü, Dicle nehri üzerinde, Bağdat ve Musul’un orta noktasındaki önemli şehir Tikrit’e komutan olarak yerleştirmiştir. Şans, iyi muhakeme ve nüfuzlu bağlantılarının bir araya gelmesiyle Eyyüp çok daha fazlasını elde edecektir. 1132 yılında kalesindeki gözcülerden birisi, atlı bir askerin nehre doğru ovanın karşısından hızla geldiğini gördü. Genç kumandan Zengi, Bağdat siyasetinin çetin yollarında başarılı bir kariyer elde etmeye uğraşıyordu; fakat o an tam olarak felaketin kıyısındaydı. Halifenin orduları onu bozguna uğratmıştı ve arkasından gelenler onu ele geçirirse kariyeri başlamadan bitecek gibiydi. Umutsuz bir şekilde nehrin karşısına geçmesi gerekiyordu ve Eyyüp karşıya bir tekne gönderdi.
Zengi ve Bihruz’un uzun sureden beri birbirlerine düşman olmaları nedeniyle bu oldukça şaşırtıcıydı ancak düpedüz bir ihanetti. Kısa bir süre sonra, Eyyüp, önemli bir siyasi mahkûmu himayesine alarak idam emrine uymadı ve bir kez daha üstünün emrini çiğnedi. Herhangi biri, bu cüretkâr başkaldırma eylemlerinin arkasında bazı nedenler olduğu zannedilebilir ve görevini sürdürmüş olması gerçeği de siyasi olasılıkları doğru bir şekilde hesap ettiğini ortaya koymaktadır. En azından hayatının sonraki aşamalarında yaptığını bildiğimiz şeylerle uyum içerisindedir. Bihruz’un konumunun güvende olmaması ve Eyyüp’ün de başkentte başka, hatta çok daha nüfuzlu, destekçilerinin olması da olasıdır. Bununla birlikte 1138 yılında Bihruz Bağdat’ta askeri komutan oldu ve o yıl, bu haber ona ulaştığında Eyyüp’ün kardeşi Şirkuh kavga nedeni olan adamı öldürtmüş ve en sonunda onu bu emirden kurtarmıştır. Görünüşe göre kardeşler ve aileleri karanlıkta kaçmak zorunda kalmışlardı; muhtemelen o sıralar, onların bu düşüşünü eski garezlerinin ödeşmesi için bir fırsat olarak kullanacak yeterince düşmanları vardı. İşte tam da o gece Eyyüp’ün üçüncü oğlu, Selahaddin Yusuf dünyaya geldi. Hem bu tür bir olasılık, hem de tarihsel görüş rivayetlere dayanmaktadır; bununla birlikte Selahaddin, doğum hikâyesi efsane üretenlerin dikkatini çeken ne ilk ne de son tarihi şahsiyettir. Eyyüp ailesi, bu şekilde aşağılanmalarının üzerinden daha bir yıl bile geçmeden Zengi’nin Musul’daki sarayındaki önemli kişiler olmuşlardı. Bu yüce insanın yıldızı her geçen gün yükselmekteydi ve altı yıl önce Dicle kenarında yaşadıklarını unutmamıştı. 1138’de Şam’a bir sefer düzenledi ve Eyyüp’û de yanına aldı. Şehir bu seferde düşmedi ancak ona bağlı olan Musul ordularının eline geçti ve daha önce de görmüş olduğumuz gibi Eyyüp ibn-i Şadi buraya komutan olarak atandı. Zengi, böylesine hayati bir mukavemet noktasını, bir sonra ki Şam saldırısı için bölgede kurulu ileri gözetleme yerini, sadece arkadaşlık ilişkisine bel bağlayarak bırakmayacak kadar çıkarcıydı. Şüphesiz Eyyüp hayli yetenekli bir askerdi. Aynı zamanda alışılmadık bir takva insanıydı ve şehirdeki tasavvuf ehli Sufi tarikatı için de bir medrese kurmuştu.
Yedi yıl süresince Zengi adına Baalbek’i yönetti. 1146’da efendisi öldürüldüğünde, Eyyüp kendini oldukça hızlı biçimde yeni duruma uyarladı. Efendisinin sarayına sadık bir hizmetkâr olarak iyi niyet oluşturmaya yetecek kadar kararlı bir direnmeden sonra, şehri tekrar Şam’a teslim etti. Yeni efendileri de onun değerini anlayarak kaledeki görevini sürdürmesini istediler ve zamanla Şam yönetiminde daha üst düzey görevlere yükseldi. Baalbek kuşatmasını kaldıramamış olmasına rağmen, Nureddin, Eyyüp’ün ihanetine çok gücenmişti ve artık ailenin Suriye sarayındaki mevkisini devam ettiren kardeşi Şirkuh’tu. Babalarının ölümünden hemen sonra Nureddin ve Seyfeddin, kendilerine miras kalan iktidar merkezlerine Seyfeddin, babasının veziriyle birlikte Musul’a ve Nureddin de Şirkuh’la Halep’e gittiler.
O, kardeşinden oldukça farklıydı. Eyyüp oldukça açıkgöz, çıkarcı ve tedbirli; siyasi açıdan çok kurnaz ancak eyleme geçtiğinde çok kararlıydı. Şirkuh ise tam aksine aceleci ve taşkın birisiydi. Bununla birlikte kardeşinin sahip olduğu siyasi hamleler yapabilme yeteneği ve sebat onda da mevcuttu, böylelikle çok geçmeden Nureddin’in sağ kolu olacaktı. Kısa boyluydu ve tek gözü şaşıydı; çağdaşlarına göre “alt tabakanın tüm kaba saba özelliklerine sahipti”. Şirkuh, maddi gücü yerinde olanlar için oburluğun gayet olağan görüldüğü bir dönemde dahi bu konuda aşırıya kaçmasıyla ün kazanmıştı ve aşırı yemekten öldüğü kayda geçilmiştir. Her şeye rağmen bu koca göbekli, sevimsiz, ufak tefek asker, geçmişe dönüp baktığında karşısına, gerçek anlamda şöhretle dolu bir savaş kariyeri çıkıyordu. 1149’daki Inab Muharebesi’nde bir düelloda Antakya Prensi Raymond’u öldürmesi, o dönemin en muazzam kahramanlığıydı. Patavatsız bir gevezeliği olan, acımasız, sert ve cesur biri şirkuh ekseriyetle muzaffer, bir taktik uzmanının arazi algısına ve ikmal için gerekli ayrıntıları fark eden dikkatli bir bakış açı sına sahip, tamamen profesyonel bir askerdi.
1154’te Nureddin’in Şam’ı ele geçirmesinden sonra kendilerini iki kardeş bir kez daha aynı hükümdarın hizmetinde buldu. Şehrin teslimi aslında aile düzeninin yeniden tesis edilmesini sağlamıştı. Muazzam büyüklükte bir ordunun öncü kuvvetleriyle elçi olarak şehre gönderilen Şirkuh, Şam ve Halep anlaşma şartlarını müzakere etmek üzere surların önüne geldi Şehrin yöneticisi onun şehre girme isteğini reddetti ya da görüşme amacıyla dışarı çıktı. Bu derecede ihtiyatlı davranması için çok haklı gerekçeleri vardı. Emirin elçisi kardeşlerin biriyle surların karşısında görüşürken diğerinin adamları halkın hoşnutsuzluğunu kışkırtmakla uğraşmaktaydı. Artık Şam’daki başkomutan olan Eyyüp, tıpkı sekiz yıl önce Baalbek’te yaptığı gibi olayların gidişatını değerlendirmekteydi. Halk isyanın eşiğine gelmişti ve Halep’in muazzam ordusu morali bozulan düşmanını er ya da geç alt edecekti. Eyyüp, her zamanki soğukkanlılığıyla ikili oynadı ve büyük bir ödül kazandı, Hiç kan dökülmeden elde edilen bu zaferdeki rolü, Nureddin onu huzuruna kabul ettiğinde, hükümdarın huzurunda tek başına oturmasına izin verilerek emsalsiz bir ayrıcalıkla tasdik edilmiş oldu. Halep’e dönen Nureddin, Eyyüp’ü orada Şam valisi olarak bıraktı. Artık on altı yaşında olan Selahaddin, Suriye’nin en zengin ve ikinci en önemli şehrinin yönetici hanedanının bir üyesi olarak delikanlılık çağlarını geçiriyordu.
Selahaddin’in eğitimi, bir Arap beyefendisinin geleneksel çizgisini izleyecekti. Peygamberin uyarısıyla ilim öğrenmek her kadın ve erkeğin göreviydi. Öğrenimde felsefe, fen bilimleri ve dini bilimler bütünün ayrılmaz parçalarıydı, ancak adabın ya da bir beyefendinin eğitiminin esası zarafet kavramıydı. Adap, Kuran üzerine yapılan çalışmalar, Arapça grameri, hitabet ve şiire dayanmaktaydı. Selahaddin, dini münazaralara ayrı bir ilgi ve bu konularda yeterlilik göstermekteydi. Babası tasavvufunun hamisiydi ve bu nedenle Selahaddin’in, dünyadan ve kendi nefsinden vazgeçen sufi geleneğinde yetiştiği akla gelmektedir.
Buna karşın bu gerçekler, Stanley Lane-Poole’nin 1890’lardaki eşsiz eserinden bu yana Selahaddin’in hayat hikâyesini yazan birçok kişi tarafından öne sürülen, Selahaddin’in toplumdan uzak bir hayat sürdüğü ve hatta Fransız bilim adamı Champdor’a göre çekingen ve utangaç bir genç olduğu görüşünü desteklememektedir. Muhtemelen, Selahaddin, bir beyefendiden teolojik tartışmalarda beklenen onaylama aşinalığından daha fazlasına sahipti, bununla birlikte sosyal zarafete de yabancı birisi değildi. Mükemmel bir arkadaş ve konuşmacı olduğu, “atalarının şeceresine ve muhteşem zaferlerinin en ince ayrıntılarına kadar hâkimdi ve geleneksel bilimlere âlimlik derecesinde vakıftı ve emrinde en muhteşem safkan Arap atları vardı” şeklinde tarif edilmekteydi.
1152 yılında Halep’teki amcasına katılmak üzere Şam’dan ayrıldıktan sonra on dört yaşında orduya katıldı; Halep’te Nureddin’in hizmetinde kendisine askeri ‘ikta ya da zeamet’ verildi. Dört yıl sonra, on sekiz yaşındayken, Şam yönetimindeki bir garnizon kalesinde görevlendirildi ve bundan çok kısa bir süre sonra ‘savaşta ya da sarayda asla yanından ayrılmayan’ bir irtibat subayı olarak Nureddin’in kişisel maiyetine girdi.
Bu dönemde dikkat çekici biçimde dinine bağlı olduğunu düşündürecek hiçbir şey olmadığı gibi aslında olmadığını akla getiren oldukça kesin bazı bulgular söz konusudur. 1157 ve 1 161 yılları arasında, yirmi üç yaşındayken, amcası ve babası aralarında, Mekke’ye giden üç hac kervanının başındaydılar. Son sefere Nureddin de katılmış ancak Selahaddin katılmamıştır. Neden katılmadığıyla ilgili herhangi bir kayıt olmasa da hasta olduğuna dair herhangi bir ipucu da yoktur. Hac, yapmaya gücü yeten tüm Müslümanları bağlayıcı bir ibadettir; Selahaddin’in amiri, oldukça yoğun resmi işlerine rağmen buna zaman ayırmıştır; beraberindeki, boş zamanı Selahaddin’e bağlı, minin bu görevi yerine getirmiş olması gerçeği, akıllara gelebilecek, daha önemli işleri olduğu olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Kırk yaşlarında, kâtibi Bahâeddin’e Mısır veziri olduğun da “Allah’ın ona bahşetmiş olduğu nimetleri fark edince şarabı ve dünyevi zevkleri terk ettiğini” söylemiştir. Bu söylem 0 ana dek tüm bahsettiği zevkleri rahatlıkla tatmış olduğu anlamına gelmektedir. Ayrıca av tutkusundan hiçbir zaman vazgeçememişti ve gençliğinde çok ünlü bir çevgen oyuncusu olarak tanınmaktaydı. Atları ve askerleri barış dönemlerinde zinde tutan, bazen çok da tehlikeli olabilen bu oyunun askeri toplumlarda özel bir saygınlığı vardı. Birçok doğu şehzadesi, çevgen ya da topu alabilmek için on ya da yirmi atlıdan oluşan takımların çarpışmasında ölmüştür. (Hatta on yedinci yüzyıldaki bir Fransız seyyah üç yüz atlının aynı anda iki ya da üç topla oynadığı bir Fars oyunundan bahsetmektedir.) Ortaçağ Suriyesi’ndeki soylulardan birisi oğluna şu tavsiyede bulunmaktadır: “Şayet yılda bir ya da iki kez çevgen oynamayı istersen buna bir itirazım yok; ancak o zamanlarda dahi, herhangi bir kazadan sakınman için, sakın ha kalabalık bir sahada oynama! Her iki tarafta altışar kişi fazlasıyla kâfidir.”
Böylesine bir ihtiyat saraydaki delikanlıların tenezzül etmeyeceği bir şeydi. Çevgen başı çok saygın subaylardan seçilirdi. Her aristokratik toplumda olduğu gibi saptırma ya da görgü kuralları siyasetin bir parçasıydı; bu nedenle Nureddin’in, çevgen maçında kendi tarafında oynaması için Selahaddin’i davet etmesi büyük bir lütuf göstergesiydi.
Şam ve Halep’te yaşadığı zaman süresince, babası ve amcasının ağırlıkları artmaya devam etmekteydi; öyle ki 1157’de Nureddin umutsuz biçimde hastalandığında, olası bir Haçlı seferine karşı harekete geçirmesi için Şirkuh’u vekil atamıştı. Suriye hükümdarı iki yıl sonra tekrar hastalandı ve iki kardeş bir kez daha yönetimi ele aldı, hatta muhalif bir eleştirmen Şirkuh’u darbe planlamakla suçlamıştı. Büyük olasılıkla bir iftira olsa da bu suçlama Şirkuh’un ihtiraslarını ortaya koymaktadır; 1163 sonbaharında Mısır’da onlar adına yeni bir fırsat alanı doğmuş gibiydi.
Kahire’deki dönemsel ayaklanmaların birinde yalnızca sekiz aylık bir iktidar süresinden sonra vezir Şavar görevinden alınmıştı. Şam’a giden vezir orada Nureddin’e, eski görevine iadesi karşılığında Mısır’ın toplam gelirinin üçte birini ve sefer maliyetlerini vermeyi teklif etti. Danışmanlarının birçoğu, Şirkuh da bunlardan birisiydi, Nureddin’e bu fırsatı kaçırmaması gerektiği konusunda telkinde bulunsa da Nureddin teklifi yanıtlamakta acele etmedi. Daha sonra Kudüs kralı Amalric’in Mısır’daki karmaşada avantaj sağladığı ve bölgeye saldırdıktan sonra çok büyük bir yıllık haraç ayrıca Mısırlılardan süresiz ateşkes vaadi elde ettiği haberini aldığında Şavar’ın güvenilirliği konusunda aklında olması muhtemel tüm soru işaretleri ortadan kalktı. Suriye kralı hemen Şirkuh’un komutası altında sefer hazırlıklarına başlanmasını emretti ve ertesi bahar Kahire’nin yeni yöneticisi Dirgam, Bilbais’te mağlup edildi. Kahire kapılarında çok büyük Şam ordusunu gören halifenin tek başına bıraktığı vali kaçmayı denedi, ancak atından düştü ve kalabalık tarafından oracıkta öldürüldü.
Şavar tekrar görevinin başına geçti ancak Şirkuh’un bu arada sapkın Fatımi yönetiminin ortadan kaldırılmasının olanağı konusunda Kahire’deki Sünni din adamlarına danıştığı anlaşılmaktadır. Aldığı yanıt bu teşebbüse karşı oldukları şeklindeydi. Şavar, tüm bu entrikalardan habersiz bir şekilde, Nureddin’e sunduğu abartılı teklife sadık kalma niyetinde olmadığını artık belli etmişti. Çok muhtemeldir ki yapıp yapamayacağı konusunda şüphe duymuştur. Halifeye ait gelirlerin üçte birini yabancı bir güce vermeyi taahhüt etmek Şam’da oldukça kolaydı ancak bu taahhüdü divana kabul ettirmek çok farklı bir konuydu. Bunu başarsa dahi ulusal kaynakların bu şekilde boşaltılmasındaki sorumluluğu yerine geçmek için fırsat kollayan hasımlarının elinde çok güçlü bir argüman olacaktı. iki arada bir derede kalan Şavar, Şirkuh ve askerlerinin Kahire surlarından içeri girmesine izin vermediği gibi tazminat ödemeyi de reddetti. Bu oldukça cüretkâr bir meydan okumaydı ve yanıtı da gecikmedi. 18 Temmuz’da aralarında çok sayıda bedevinin olduğu Suriye kuvvetleri, Mısır kuvvetlerini mağlup etti ve yaşanan çarpışmada ve Şavar neredeyse linç edilecekti. O ve maiyetindekiler, halifenin saray muhafızlarını da Suriyelilere karşı savaşa dâhil etmesiyle son anda canlarını kurtarabildiler.
Şavar çok önceden Kudüs Kralı Amalric’ten yardım talebinde bulunmuştu. Nureddin’in hem Mısır’ı hem de Suriye’yi kontrolü altına aldığı bir manzara nedeniyle öfkeden çılgına dönen kral büyük bir şevkle bu talebe yanıt verdi. Ağustosun başlarına kadar Frenkler Şirkuh’u, Selahaddin’in olası bir geri çekilme noktası olarak daha önceden konuşlanmış olduğu Bilbais Kalesi’nde savunmaya çekilmek zorunda bırakmışlardı. Selahaddin’in kendi birlikleri ve amcasına ait birliklerden oluşan birleşik ordu, üç ay boyunca burada kuşatma altında kaldılar. Suriye’den bir haberle bu baskıdan kurtuldular. Amalric’in yokluğunu fırsat bilen Nureddin, Antakya’ya saldırmış ve Artah’da bir zafer kazanmıştı. Amalric çok geçmeden anlaşma yolları aramaya başladı; koruyucusu geri çekilir çekilmez kuvvetleri azalmış ve yorgun düşmüş Şavar’ın durumundan faydalanacak olan Şirkuh da anlaşmaya çok sıcak bakıyordu.
Nureddin’in daha iyi muhakemesine karşın yürütülen bu Mısır seferi, Şavar’ın fırsatçılığını ortaya çıkarması ve Şirkuh’a ülkeyi ele geçirme ve yönetim karşıtı bazı unsurlarla bağlantı kurma fırsatı sunmasından başka hiçbir başarı elde edememişti. Şirkuh, daha iyi bir hazırlıkla ve daha çok insan ve kaynak ayırarak Mısır’ın kolaylıkla alınabileceği konusunda ikna olmuştu. Sadece yaptığını savunmakla yetinmemiş aynı zamanda Bağdat’taki halifeye ülkenin açığa çıkmamış uçsuz bucaksız zenginliklerden, orada sapkın Fatımi idaresinde yaşayan çok sayıda Sünni Müslüman’dan bahsederek Mısır’daki durumu anlatmıştı.
Bağdat’ın Mısır seferine karşı ortaya koyduğu, artık bir Kutsal Savaş statüsüne yükselmiş olan coşkusu, Nureddin’in güneye bir kez daha sefere çıkmaya karar vermesinin en büyük etkenlerinden biridir. Ayrıca bu arada Şavar, bedeviler arasında baş gösteren karışıklarla karşı karşıya kalmıştı. Kahire’de isyankârlara karşı genel bir işkence uygulanmaktaydı ve bunlardan bazıları Şam sarayına sığınmışlardı. 1167 yılının ocak ayında Şirkuh’un komutasında Kürtlerden, Türkmenlerden ve bedevilerden oluşan her türlü donanıma sahip bir ordu Mısır’a doğru yola çıktı ve Selahaddin bir kez daha kurmaylar arasındaydı. İstila tehlikesini gören Şavar Amalric’ten yardım istedi. Baronların Nablus’ta yaptığı görüşmede, krallığa bağlı tüm kuvvetlerin harekete geçirilmesine karar verildi. Frenkler bir kez daha kendilerini kuşatılma tehdidiyle karşı karşıya buldular; ancak bu kez 1164’te orduları Mısır’dayken Nureddin’in kazandığı zaferi hatırlayarak krallık tam savunma alarmına geçecekti. Seferberlik başladığı anda Şirkuh’a bağlı güçlerin Sina Yarımadası’na girdiği haberi geldi. Önleme girişimi başarısız olmuştu.
Suriye ordusu, Frenklerin baskın ihtimaline karşı bilhassa çölden geçen bir güzergâhtan ilerlemekteydi. Ordu, Süveyş Kıstağı’ndan geçerken büyük bir kum fırtınasına yakalandı yılın belli zamanında esen bu şiddetli güney rüzgârı Suriye’de samyeli olarak bilinmekteydi ve enfeksiyon taşıdığı için korku salmaktaydı. Askerlerin bir kısmı muhtemelen bu çetin sınav da ölmüştür, diğer bir kısmı ise enfeksiyona neden olan burun ve boğaz enflamasyonu nedeniyle zayıf düşmüşlerdi. Takip edilecek bükümlü sefer güzergâhı açısından bakıldığında Nureddin sanki Hıristiyanların tepkisini küçümsemiş gibidir ve sefer gücü artık ortaya koyması gereken etkisini kaybetmiştir. Eğer, hiç hesapta olmayan kum fırtınası felaketi orduyu daha da zayıf düşürmüşse o zaman Şirkuh’un stratejisi belki izah edilebilir, aksi takdirde çok daha karmaşık bir hal alacaktır.
Şirkuh, Süveyş Kıstağı’ndan geçtikten sonra, ordusunu Hristiyan tacizine karşı sağlama alarak, onları Kahire’nin yaklaşık olarak 65 km güneyinde Nil Nehri kıyısına götüren bir yürüyüş yolunu izledi. Eğer sefer harekâtının amacı Fatımi hilafetini ortadan kaldırmaksa o zaman ordunun neden doğrudan başkente yönlendirilmediğini anlayabilmek gerçekten çok güçtür. Nil’e vardıklarında Şirkuh hemen nehrin batı kıyısına geçti. Hilafet sarayının doğu yakasında olması ve elbette ki nehrin kuzey istikametinde genişleyerek karşı tarafa geçmenin giderek zorlaşması nedeniyle Şirkuh’un düşmanlarına ani bir saldırı yapmaktan çok kendisi ve düşmanları arasında etkin bir engel oluşturmakla daha çok ilgilendiği sonucunu çıkarmak zorunda kalmaktayız. Ayrıca büyük olasılıkla müşterek Frenk ve Mısır kuvvetlerinin sayıca kendilerinden çok daha fazla olduklarının da bilincindeydi.
Şirkuh, Kahire yakınlarındaki Gize’de kamp kurarak geliş bekledi. En ümit vaat eden gelişmeyse düşmanlarının ortaya çıkmasıydı. Şavar’ın karargâhında ortam çok gergindi. Kahire’nin Hıristiyanlarla utanç verici bir ortaklığa dâhil olması, saraydan tecrit edilme riskine giriyordu; buna karşın hazinenin anahtarları da sarayın kontrolündeydi ve sevilmeyen müttefiklerine ödeme yapabilmesi için paraya ihtiyacı vardı. Kral Amalric bir keresinde Mısır’ın, Kudüs’ün süt veren ineği olması gerektiğini söylemişti ve artık baronlarının da tehdit ediyordu. Böyle bir durumda Şirkuh’la tek başına yüzleşmek zorunda kalacaktı ve Şavar’ın siyaseti artık tamamen güvenilmezdi. Hıristiyanlarla müzakere halindeyken, zaten sallantıda olan konumu, Suriye kampından gelen, Hıristiyanlara karşı müşterek bir Müslüman ittifakı önerisi haberiyle sarsılmıştı. Belki de Şirkuh, nehrin karşı tarafından, Şavar’ın karargâhının olduğu Fustat’tan5 gelen çaresizlik kokusunu almıştı.
Teklifi, Kutsal Savaş’ta müşterek hareket etmeleri için ikna edici bir ricayla sonlanmaktaydı: “Müslümanların eline bir daha böylesine bir fırsat geçeceğini hiç zannetmiyorum.” Kâfirlerle ittifak yapma arzusunda olan bir politikacının ima yollu eleştirisini izleyen cihat uğruna ulvi bir yakarış Halep tarzı diplomasi yönteminin en güzel örneğiydi. Ancak bu bağlamda taktik bir parça gülünç görünmekteydi. Altı hafta önce sapkın Fatımi vezirini yerinden etme niyetini ortaya koymuş bir komutan şimdi ona, kendisini korumaları için çağırdığı, aslında başkentin kontrolünde olan, müttefikleriyle savaşmak için ve de din uğruna yakarıyordu. Şavar’ın bu maskaralığa cevabı oldukça hırçındı: “Frenklerin suçu ne?” Sonuçta Nureddin de fırsatını bulduğunda onlarla ittifak yapmıştı. Suriye elçisi, çok da akıllıca olmasa da konuyu yeniden açmak için başka bir fırsat bekleyerek Fustat’ta oyalandı. O oradayken, Hristiyanlarla yapılan müzakerelerin önemli bir peşinatıyla saray yetkililerinden oluşan bir heyet geldi. Şavar, Amalric’le son görüşmeye girmeden önce, krala iyi niyetini ve Şirkuh’un teklifini reddettiğini göstermek için Suriye elçisinin idam edilmesini emretti. Bundan sonra gelişen olayları yalnızca Tireli William aktarmaktadır.
William, Amalric’in doğrudan halifeyle görüşmekte ısrar ettiğini söylemektedir. Sarayın korku duyması için kafirin kutsal bölgeye girmesine izin verildi ve daha sonra, ve daha da ölçüyü aşacak şekilde, halife Hristiyan elçisinin elini, eldivensiz olarak sıkarak bizzat anlaşmayı onayladı. Amalric savaşması karşılığında 400.000 dinar alacaktı. Ne var ki düşmanı alt etmek pek kolay değildi. Amalric, nehri ikiye ayıran büyük bir adanın bulunduğu yerden bir geçiş noktası bulana dek her iki ordu Nil’in geniş yatağının karşıt kıyılarında haftalar boyunca birbirlerini izliyordu. Birleşik Mısır ve Frenk güçleri düzen içerisinde karşıya geçtiler ve artık Şirkuh’un nehrin güneyi boyunca yukarı doğru uzun bir geri çekilmeye başlaması gerekiyordu. Sonunda Kahire’nin yüz almış kilometre güneyinde askerlerine durmalarını emretti; görünüşe göre nehrin karşısına geçmeye hazırlanıyordu. Subaylarının çoğu savaşmaya karşıydı. Buna karşın, eskiden Nureddin’in kölesi olan bir subay, şayet bu seferde bir zafer elde edilemezse ve hatta düşmanla savaş bile yapılmadan dönerlerse tüm komutanların topraklarının ellerinden alınacağını ve aşağılanacaklarını belirtti. Selahaddin de buna ikna olanlar arasındaydı ve heyet kararını verdi; sonuçta direnme kararı alındı. Amalric de tereddüt içerisindeydi. Mısır’dan para alma konusunda oldukça emindi, ki orada bulunmasının başlıca nedeni de buydu, ve şayet düşmanı olacaktı.
Kudüs Krallığı’nın, askerlerinin mücadele güçlerini boş yere harcayacak kadar askeri yoktu. Buna karşın, Hıristiyan tarihçi Tireli William’a göre, İkinci Haçlı Seferi’nin en ateşli vaizi olan Aziz Bernard kralın rüyasına girmiş ve kralı kafirlerin karşısına çıkmaktan korkmakla suçlamıştı. Böylelikle en başta savaşma konusunda isteksiz olan her iki kumandan da 18 Mart 1167’de kendilerini savaş meydanında bulmuşlardı. Geleneksel Türk savaş taktiğine uygun olarak, Şirkuh ordu yükünü merkez kuvvetlerin arkasına koydurmuştu. Bu noktada, Frenk süvarilerinin karşısındaki Selahaddin’e, süvarileri müttefiklerinden ayırmak için üzerlerine gelmelerine izin vererek geri çekilme emri verildi. Ordu yüklerinin olduğu yük arabaları, eğer gerekli olursa geri çekilen askerlerin arkasında yeniden savaş düzeni alabilecekleri doğal bir geri çekilme noktası sağlamaktaydı. Savaş plana göre ilerliyordu. Başkomutanın yeğeni, Şirkuh ve seçkin süvarilerine sağ kanattaki Mısır askerlerinin arasına yayılmalarına yetecek kadar bol zaman sağlayarak yapması gereken manevrayı etkili bir şekilde gerçekleştirmişti. Frenk askerleri takiplerini bitirip geri döndüklerinde müttefiklerini bozguna uğramış bir halde ve kendilerini de etraflarının sarılması tehlikesiyle karşı karşıya buldular. Kral Amalric canını zor kurtarmıştı. Elde ettiği bu kesin zafere rağmen, Şirkuh onu takip edip Kahire’ye saldıracak kadar güçlü olmadıklarını düşünüyordu. Bunun yerine ordusuna hızlı bir şekilde İskenderiye’ye ilerleme emri verdi.
Burası, oldukça zengin bir ticaret limanı ve o dönemde, Kahire’deki Şavar yönetiminden kaçan Naimeddin’in sığınağı durumundaki Mısır’ın ikinci büyük şehriydi. Naimeddin, Şirkuh’a çok daha önceden para ve malzeme yardımı sözü vermişti ve komutan geldiğinde kendisine vaat edilen şeylerin hazır olduğunu gördü. İskenderiye’nin savunmasını kontrol ettikten sonra emrine verdiği bin askerlik bir garnizonla şehrin komutasını Selahaddin’e bıraktı; kendisi de bedeviler arasında gönüllü asker toplamak ve yağma yapmak üzere güneye doğru yola çıktı. Bu yeni görev Selahaddin’in hayatında önemli bir aşamaydı. Nisandaki savaşa çok katkısı olmuştu, bununla birlikte kitaba bağlı taktiklerin uygulanması ne insiyatif almaya ne de doğaçlama yapmaya imkân bırakıyordu. Yüksek komuta kademesindeki yerini öncelikli olarak aile ilişkilerine borçluydu ve bu yeterli olmuştu. Ancak artık otuz yaşındaydı ve şayet mesleğinde zirveye çıkma gibi bir tutkusu varsa olağanüstü yeteneğini kanıtlamak zorundaydı. Şimdiye dek tek yaptığı şey, başarısızlığın çok gülünç olacağı, başarının da zaten beklenilen bir sonuç olduğu çok iyi hazırlanmış alışılagelmiş manevraları uygulamaktı. Bilbais’teki garnizonda yönetim kabiliyetlerinin bir kısmını ortaya koymuştu; ancak şimdi çok büyük güçlere karşı büyük bir şehrin komutasındayken çok daha farklı ve çok daha zorlayıcı bir durumla karşı karşıyaydı. Şirkuh çok geçmeden şehri Şavar’a bırakmıştı ve Amalric de Şirkuh’un güneye istikametinde, İskenderiye’nin zengin ganimetlerini ele geçirme amaçlı hedef şaşırtma harekâtını görmezlikten gelerek düzenli bir kuşatma için hazırlandı. Kuşatma uzadıkça şehirdeki durum hızla kötüleşmekteydi ve Suriye ordusunun gelişiyle ortaya çıkan coşku buharlaşıp uçmuştu. Şehir yalnızca, Selahaddin’in kararlı yönetimi ve ilham veren liderliği sayesinde amcasının güneyden dönmesine ve hatta Kahire’yi kuşatmayı tehdit etmesine kadar dayanabildi. Frenk-Mısır komuta yönetimi anlaşma istemeye karar verdi.
Selahaddin bu sefer harekâtındaki en etkili ve yetenekli ikinci adam olarak sivrilmişti. İskenderiye’yi zekice kontrolünde tuttuktan sonra teslim şartlarını düzenlemek ona kalmıştı. Askerleri ve astları için duyduğu kendine özgü kaygıyla, Şavar’ı, Suriyelilere yardım etmiş tüm vatandaşlara dokunulmazlık ve yaralı Suriyelileri uzun çöl yolculuğunun zorluklarından kurtarmak için gemileriyle Akka’ya taşıması için Amalric’le gerekli ayarlamaları yapacağı garantisini vermeye zorladı. Maalesef ki hiçbir teminat uzun sürmedi. Şavar verdiği güvenceleri çok çabuk unuttu ve Selahaddin, müttefikini işbirlikçilere karşı misillemeleri durdurması için ikna etmek üzere Amalric’in aracı olmasını istemek zorunda kaldı. Yaralılara gelince, yolculuk sırasında iyileşenler Akka civarındaki şeker tarlalarında çalışmaya gönderildiler ve sadece Kral Amalric limana ulaştığında serbest bırakıldılar.
Selahaddin, müzakereler sırasında Hıristiyan ordugâhında yeni arkadaşlar edindi ve birkaç gün orada ağırlandı. Onun batıdaki portresinin ilk öğeleri bu olay sırasında kabataslak olarak çizildi. Daha sonra bir Hıristiyan yazar, yiğit kâfir, Selahaddin’in, Toron Lordu II. Humphrey tarafından nasıl şövalye ilan edildiğini anlatmıştır. Savaş hatları arkasındaki arkadaşlıklar çok da olağandışı bir olay değildi ve Tireli William, Humphrey ve bir Sarazen emiri arasındaki arkadaşlıktan özellikle bahsetmektedir. Muhtemelen ziyafetler ya da resmi kabuller sırasında Frenk şövalyeleri, cesur rakiplerini şövalyeliğin ritüellerinden oluşan bir törenle onurlandırırdı; elbette ki düşman Hıristiyan olmadığı için yemin kısmı gerçekleştirilmezdi.
Bu saray eğlencelerinden sonra amcasıyla Şam’a döndü. Şirkuh 50.000 dinar geri çekilme bedeli almıştı. Bir kez daha sefer harekâtı kesin bir sonuç elde edemeden sona ermişti. Bununla birlikte Mısır yöneticileri haris müdahalelere direnecek güçlü olmadığı sürece, bu ülke Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki mücadelenin merkezinde kalacaktı.
Selahaddin’in dünyasında Mısır ve Kahire’nin yerini anlayabilmek için siyaset dinle aynı seviyede düşünülmelidir. Antik Mısır kenti Memphis’in 25 km kuzeydoğusunda yer alan Kahire, Mısır’ı Bizans İmparatorluğu’nun elinden alan Arap ordusu tarafından Fustat’taki askeri üsten ortaya çıkmıştır. (969’dan beri) Mısır’daki Şii Fatımilerin yönetimindeki surlarla çevrili yeni şehir, el-Kahire, hanedanın başkenti olarak Fustat’ın kuzeyinde kurulmuştur. Bölgenin yerli Mısırlıları ya da Kıptiler, kendilerine özgü bir tür Hıristiyanlık inancına sahiptiler ve resmi dini vergiyi ödeyerek, bazen vezirliğe kadar Yükseldikleri sistemde bürokrasi içerisinde önemlerini korumaktaydılar. Selahaddin bu geleneği (giderek yok olmakta olan bir gelenek, en azından günümüzde öyleymiş gibi görünüyor) uygulamayı sürdürdü. Yahudi filozof ve âlim Musa ibn-i Meymun, memleketi Cordoba’daki hoşgörüsüz Muvahhit 7 yönetiminden kaçarak 1160’larda Mısır’a yerleşmiştir. En ünlü eseri olan Şaşkınlar Rehberi’ni burada yazmış ve Kahire’de hekim olarak Selahaddin’in hizmetinde bulunmuş, daha sonraysa oğlu bu göreve devam etmiştir.
Ünlü Arap Geceleri masallarının (birçoğu Mısır’da geçmektedir) en gözde konusu olan ticaret, İslam hayatının merkezinde yer almaktaydı. Hac, Mekke’yi Kızıldeniz’den geçen ticaret yollarının merkezi haline getirmişti; akrabaları ve temsilcileri bu yolları kontrol eden güçlü bir Adenli ticaret ailesinin Kahire’de kendisine ait bir ticari yerleşim bölgesi vardı. Kendi adlarına ticari faaliyetler yürüten ve diğer tüccarlardan da vergiyle işlerinin kaymağını alan Fatımi Halifeleri Mısır’ın en etkin tüccarlarıydı; elde edilen kârlarla saraylarındaki zenginliği büyütmekteydiler. Selahaddin de bu sistemi adamları aracılığıyla sürdürmüştür; ancak kazancı devlet hazinesine, bilhassa da askeri faaliyetlere aktarmıştır. Mısır halkı onun ülke zenginliklerini Suriye yönetimini ele geçirmek için harcamasından şikâyet etmiş ancak hiçbiri ülkeye eski itibarını yeniden kazandırdığından kuşku duymamıştır.
Selahaddin’in siyasi geleneği
Selahaddin’in devlet inşasına ilişkin analizimiz, Selahaddin’i siyasi örgütlenmenin ve davranışın ilkeleriyle çok ilgilenen, oldukça pratik bir siyasetçi olarak ortaya koyar. Ancak bu tam olarak doğru değildir. Selahaddin teorik bir kafaya sahip olmasa da, hareket tarzı çağının temel kavramlarıyla uyum içindeydi. Bu kavramları bilinçli bir biçimde ve bunun muhtemel sonuçlarının da farkında olarak kendi siyasi hedeflerine ulaşmak için kullandığından bu siyasi gelenek kısa bir incelemeyi gerektiriyor.
Selahaddin’in sultanlık kavramını Selçuklu ve Zengi öncüllerinden neredeyse değiştirmeden aldığı bilinmektedir. İktidara çıkması kendisini Nureddin’in manevi varisi olduğunu ilan etmesiyle başladı ve Emmanuel Sivan’ın da ortaya koyduğu gibi ideolojisi pratik olarak Nureddin’inkiyle özdeşti: Kafirleri sürmek için Mısır, Suriye ve Cezire’nin bir komuta altında toplanmasının gerekliliği ve Sultanın temel görevinin sapkınlığın kökünü İslam topraklarından kazımak için mücadele ederken Ortodoks Sünniliği desteklemek ve yaymak olması, devleti ahlaki bir karakterle donatan bu program tam olarak, Büyük Selçukluların benimsediği programın on ikinci yüzyıl Suriye koşullarına uyarlanmasıydı. Cahen’in ifadesiyle, “Nureddin ve Selahaddin’i, Tuğrul Bey ve Nizamül Mülk’süz düşünmek olanaksızdır. “50 Selahaddin’in kurduğu imparatorluğun Perso – İslamik bir geleneğe sahip olduğu doğrudur (yasal haklara dayanmaktan ziyade Tanrı tarafından seçilmiş) ve tek başına devletin iyiliğinden tamamen sorumlu olan, buna karşılık kendi adına hareket etme otoritesi olan tek bir monarkla karakterize edilen bir gelenek. Fakat, 582/1186 yılında yapılan reformdan sonra, Eyyubi İmparatorluğu, Selahaddin’in kendi ailesinin üyeleri için yarattığı özerk ve miras yoluyla devredilebilen prensliklerden oluşmuş bir konfederasyondu da aynı zamanda. Gerçekten de, imparatorluğun Selahaddin’in ölümünden sonraki büyük bir kısmında anayasaya hakim olan sultanlıktan ziyade bu özelliktir. Dahası, Selahaddin, Eyyubi Konfederasyonunu bilinçsizce rastgele değil deneme yanılma yoluyla inşa etti; 582/1186 yılında, sahip olduğu ülkeleri varisleri arasında dağıtma ve onları ilerde sultan olabilecekleri güçlü süzeranlıklara getirme kararı aldı.
Selahaddin böyle yapmakla, Perso-İslamik sultanlıklarınınki kadar eski, ikinci bir İslami siyasal geleneğe uyuyordu; yönetici ailenin bir bütün olarak egemenliği paylaşma hakkı olduğu düşüncesi ve otokrasiden ziyade kollektif egemenlik anlayışı. Geleneğin en eski ve en saf şekli Orta Asyalı Türkler arasında görülür. Barthold ilk İslami devletin bozkırlardaki Turkmcnler tarafından kurulduğunu söylediğinde (MS 10 yüzyılın ikinci yarısı) geleneğin klasik bir tanımını verir:
-Bütün göçebe imparatorluklarda olduğu gibi, Karahanlılar Beyliğinde de ataerkil mülkiyet anlayışı özel hukuk alanından devlet hukuku alanına taşınmıştır. Beylik, Han’ın tüm ailesine ait bir mülkiyet olarak düşünülür ve birçok miras parçalarına bölünür. İmparatorluğun başında bulunanın otoritesi çoğunlukla güçlü yasalar tarafından bütünüyle reddedilir. Bu paylaştırma sistemi, her zaman olduğu gibi, kişisel düşmanlıkların ve yöneticilerin sürekli değişmesinin asıl nedenidir. Ancak bu anlayışın tamamen Türkmen ya da Orta Asya kökenli olduğunu düşünmek hatalı olur. Karahanlılar bile tarih sahnesine bir güç olarak Oxus’un (Amu Derya) ötesinde ortaya çıkmışlardı ve Ermenistan ve Kuzey Batı İran’da kurulmuş birçok eylemi ve Kürt soyu önemli ölçüde benzer (fakat Türkmen soylarından bağımsız olarak gelişmiş) bir siyasi gelenek sergilerler. Fakat bu gelenek, İslam dünyasının, merkezi kısa süreli olarak etkileyebilecek konuma sahip uç bölgelerinde yaşayan halklarla sınırlı kalmamıştı; çünkü bozkır geleneğinden türeyen Selçuklular kolektif egemenlik anlayışını bütün Batı Asya’ya taşımışlardı. Bu anlayış, Selahaddin’in yaşadığı dönemde siyasi alanı baştan sona kaplamıştı.
Selahaddin ve siyasi yandaşları merkezi ve bürokratik olarak yapılandırılmış bir devlet kavramından çok, bu anlayışın egemen olduğu bir dönemde yaşamışlardı.
İlk bakışta çarpıcı bir benzerlik gösterseler de, kolektif egemenlik geleneğini 12. yüzyılın sonlarında Suriye ve Cezire’de hakim olan aşırı siyasi parçalanmadan ayırmak büyuk önem taşımaktadır. MS 1100 yılındaki durum, kısmen Filistin’de ve Suriye kıyı şeridinde Fatımi otoritesinin ortadan kalkmasıyla, kısmen de Bizans yönetiminin veya süzer anlığının Kuzey Suriye ve Anadolu’da iflas etmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu krizlerin her ikisi de hem ortama nüfusça kalabalık olan yeni bir etnik grup katan, hem de hali hazırda var olan siyasi ve sosyal yapıları dağıtan Türkmen istilası tarafından hızlandırılmışlardır.54 Karışıklığı arttıran etmenlerden biri de, iktidar ve toprak için mücadele eden birçok grubun kolektif egemenlik ilkesine bağlı kalmasıdır. Ancak, söz konusu karışıklık esas olarak özgül birkaç durumun bir araya gelmesinden kaynaklanır. Böylesi bir durum doğası gereği istikrarsızdı ve Zengi ve Nureddin’in birleştirici çabaları Selahaddin iktidara gelene kadar bu kaosa son vermişlerdi. Selahaddin’in ise Zengi ve Nureddin’in ortadan kaldırmak için hayatlarını harcadığı bu tarz bir anarşik çoğulculuğu yeniden canlandırmak yönünde zerre kadar bir arzusu yoktu.
Selahaddin kolektif ailevi egemenliği, Ermenistan’daki atalarının siyasi tecrübelerinden ve Suriye ve Cezire’deki Selçuklu-Zengi uygulamalarından miras almıştır. Tikrit’te (Irak) doğup Baalbek ve Şam’da büyüdüğünden, Ermeni siyasetçilerin Selahaddin’in üzerinde etkisi olduğunu iddia etmek tuhaf görünebilir. Fakat Ermenistan ve Arran, dedesi Şazi’nin, amcası Şârko’nun ve babası Eyyub’ün anayurduydu, daha da ötesi buralar atalarının siyasi tarzlarının oluştuğu yerlerdi. Şazi iki oğluyla beraber Irak’a göç etmek zorunda kaldığında, bildiklerini de beraberinde götürecekti. Minorsky’nin iddia ettiği gibi, gittikleri yerlere “kendileriyle birlikte topyekun bir siyasi tarzı da taşıdılar. ”
Şazi Irak’a gitmeden önce, bir Kurt Hanedanlığı olan Ani Şeddadilerinin hizmetindeydi.56 Şeddadilerin tarihi aşırı derecede karmaşıktır ve onlar hakkında ancak bölük pörçük bilgiler edinilebilmiştir. Ancak, şurası muhakkak ki, Dvin’i işgal ettikleri dönemden Selçukluların Ganja’ yı ele geçirdikleri döneme kadar, hanedanlığın topraklan farklı varisler tarafından yönetilmek üzere iki ya da üç bölgeye ayrılmıştı. 1075’ten sonra Şeddadi otoritesi Ani ve Dvin’le sınırlı kaldı; fakat bu iki bölge her bir iki kardeş tarafından birbirinden bağımsız olarak yönetilen özerk bölgeler görünümündeydi. Şeddadiler ancak 1105 yılında, Dvin’in yıkılmasından sonra, Ani’den yönetilen üniter bir krallık haline geldiler. 57 Bu olgu, yaşandığı biçimiyle, Şeddadi devletinin yapısı hakkında varılabilecek iki önemli gerçekliğe işaret eder. Birincisi, yönetimdeki bu parçalılık rastlantısal değildir; bu oğullarını terkedilmiş sınır bölgelerine denetleyici ya da vali olarak atayan -ki valilik görevi babanın ölümünden sonra da devam etmiştir- aileye iki yaşlı önderinin bilinçli politikalarının bir sonucuydu. ikinci olarak, Şeddadi prensleri herhangi bir formel merkezi otoriteye karşı sorumlu değillerdi. Ailedeki her prens, genel aile çıkarlarına ihanet etmedikleri ve en kıdemli yöneticiye doğrudan karşı çıkmadıkları müddetçe uygun gördükleri biçimde davranmakta serbesttiler. Irak’a geldikleri zaman, Şazi ve her ikisi de yetişkin olan oğulları kolektif egemenlik ilkesine ve miras yoluyla devralınmış eyalet yönetimi anlayışına aşinaydılar; aslında bildikleri tek şey de buydu.
Selahaddin’in ataları Irak’ta yeni bir siyasi dünyayla karşılaştılar. Söz konusu, siyasi hayatın sınırları çok daha geniş bir düzleme yayılmış olmakla beraber, geldikleri yerle birçok ortak noktaya da sahipti. Selçuklular, özellikle yoğun bir Türk-bozkurt geleneğine sahiptiler ve bu gelenek ne ortadan kalkmıştı, ne de yeni Perso-İslamik sultanlık nosyonuyla bütünleşmişti.
Bozkır geleneği, hüküm sürdüğü bir buçuk asır boyunca Selçuklu İmparatorluğunun karakteristik bir özelliği, belki de en temel anayasal ögesi olmuştu. Bu gelenek kendini özellikle Selçuklu idari pratiğinin iki eğiliminde açıkça belli eder:
- Kollektif ailevi egemenlik anlayışı, aile içinde mutlak bir hiyerarşinin ya da liderliğinin olmadığı anlamına gelmez; daima klanın başı olarak kabul edilen ve herşeyi yöneten biri vardı ve bu kişi sultan el mu’azzam ünvanını alırdı. Fakat enerjik ve talihli sultanların iktidar olduğu durumlar dışında bu ünvan her şeyi kapsayan etkin bir otorite olmaktan ziyade onursal bir önceliğe işaret eder. Ayrıca bu ünvana kimin sahip olması gerektiğine dair açık bir kural yoktur. Muhafazakar görüş sıkı sıkıya hanedanlığın bozkır kökenine dayanmaktadır. Önceki sultanın oğullarından biri olsun ya da olmasın ailenin en yaşlı üyesinin bu ünvanı almasını tercih ederdi. Fakat Perso-İslamik otokrasi geleneğinden gelen karşıt bir anlayış bu hakkın kalıtımsal yolla geçmesi gerektiğini iddia ederdi. Görüşlerdeki bu farklılık birden fazla iç savaşa neden oldu: Kutalmış oğlu Arslan Israil-Alparslan, Kavurd oğlu Çağrı- Melikşah, Tutuş oğlu Alparslan-Berkyaruk ve diğerleri.
- Ailenin farklı üyelerinin egemenliğini tatmin etmek için Selçuklu İmparatorluğu daha başından, birini sultanın denetlediği büyük özerk prensliklere bölünmüştü. Bir kez daha güçlü bir sultan (Alparslan, Melikşah ya da Sencer gibi) bu prenslikleri koordineli bir bütünün parçaları haline getirip kendi üstün otoritesini imparatorluğun tümünde saygı gösterilmesini sağlayabilirdi. Fakat bu prenslikler bütüne çoğunlukla kendi isimleri ile dahil olurlardı, bu nedenle Suriye ve Cezire, Irak ve Batı Iran, Kirman ve Horasan Selçuklu prenslikleri gerçekte dört bağımsız (ve genellikle birbirlerine düşman) krallık sayılırdı. Melikşah ve veziri Nizamül Mülk geniş bir bölge üzerine gelişi güzel yayılmış imparatorluğu Perso-İslamik tarzı otokrasiye dönüştürmeye çalıştılar ve eski sistemi sadece geleneksel duyarlılığa sahip olanları teskin etmek için isteksizce devam ettirdiler. Fakat Sencer, diğer Selçuklular üzerinde üstünlüğü ele geçirdiği 1120 yılından sonra bile bu prenslikleri sindirme girişiminde bulunmadı. Her geniş prensliğin yöneticisi genellikle sahip olduğu toprakların bir kısmını ailenin daha küçük prenslerine kişisel apanage’leri olarak tahsis ederdi. Bu tür apanage’ler sultandan ziyade doğrudan kendisine bağlıydı. En azından onikinci yüzyılda bu apanage’ler ikta olarak adlandırılırdı ve Selçuklu olmayan emirlere tahsis edilen eyalet valiliğinden kolayca ayırdedilemezlerdi.
Özetle, Selçuklu İmparatorluğu, kırılgan bir aile dayanışması ve hem ailenin hem imparatorluğun başı olan sultana ortak bir sadakat göstermenin dışında hiçbir kurumsal bağla birbirine bağlı olmayan prensliklerden oluşmuş bir konfederasyondu. Sultan böyle bir otoriteye, klan içindeki gücünü kullanarak ve uygun koşulları kendi lehine kullanabilme yeteneği sayesinde sahip olurdu.
Bu yapı ile Selahaddin’in imparatorluğu arasında birçok benzerlik olduğu açıktır. Fakat aynı derece de açık olan bir şey de, bizim, Selahaddin’in babası ve amcasıyla Tikrit’te geçirdiği altı yılla sınırlı Selçuklu uygulamalarıyla tanışıklığının veya sonraki yıllarda, Melikşah ve Sencer zamanında, Irak ve İran’daki devlet işlerine ilişkin topladığı bilgilerin bu yapı üzerindeki olası etkilerinden ziyade, oldukça çarpıcı bir benzerlikle karşı karşıya olduğumuzdur. Selahaddin’in -ve tabii ki ailesinin- Selçuklu siyasi sistemine tam olarak vakıf olması Zeny’nin ve Nureddin’in uzun süre hizmetinde oldukları yıllarda gerçekleşti. Elbetteki Zengi İmparatorluğunun bir Selçuklu sürgünü (filizi) -özellikle Irak ve Batı İran Selçuklularının- olduğu uzun zamandan beri kabul edilen bir gerçekti. Fakat Zengilerin, Selçuklu atalarıyla, halefliğin kıdem usulüne göre olması ve ülke egemenliğinin konfedere yapıda olması gibi eğilimleri paylaştığına çok az dikkat edilmiştir. Zengi Hanedanlığının işleyiş tarzının, Selahaddin’in iktidara geldiği zaman kadar olan kısa bir tarifi bu noktayı açığa çıkarmak için yeterlidir.
İmameddin Zengi, 541/1146’da öldüğünde, Musul’un, en büyük oğlu Seyfeddin Gazi’ye ve Halep’in Nureddin Mahmud’a kalmasıyla krallığı ikiye bölündü. Seyfeddin’in onursal bir önceliği vardı, fakat pratikte iki kardeş uyum içerisinde birlikte hareket ediyorlardı. Seyfeddin Gazi’nin ölmesi üzerine (544/1149) Musul, miras olarak üçüncü kardeş Kudbeddin Mevdud’a kaldı. Fakat şimdi ailenin kıdemli üyesi Nureddin’di ve bu konumunu sadece Musul’da hutbeyi ve sikkeyi kendi adına düzenlemek için değil aynı zamanda topraklarını genişletmek için de kullanabilirdi. Kudbeddin’in göreli zayıf lığı ve izole olmuşluğu onu Suriye’deki kardeşinin egemenliği altına daha fazla soktu ve Nureddin, Kudbeddin’in ölümünden sonra ( 565/1170) Musul’da kimin halef olacağını kendi si belirledi. Kudbeddin’in büyük oğlu İmameddin Zengi II’yi Sincar’da yeni bir mülke yerleştirirken ikinci oğlu Seyfeddin Gazi’yi de Musul’a yönetici olarak tayin etti. Nureddin yeğeninin yönetimini tanıdığını göstermek amacıyla bir ay Musul’da kaldı, ancak dört yıl sonraki ölümü her şeyi yeniden karmaşa ya sürükledi. Musul’daki Seyfeddin Gazi, Zengi ailesinin en önemli beyi haline geldi ve eskiden Nureddin’e ait olan rat’ın doğusundaki bütün toprakları işgal etmek için Salih İsmail’in Suriye’deki halefliği nedeniyle ortaya çıkan karışıklıktan yararlandı. Ve çok iyi bilindiği gibi, Zengilerin Musul ve Halep’teki iki ana kolu, Selahaddin’e karşı işbirliği yapmaya çalıştılar fakat bu hareketin feci sonuçları oldu. Dahası, Selahaddin, kıdemli olmasına rağmen kendisine ikincil öneme sahip bir mal varlığı bırakılan Sincar’daki Imadeddin Zengi II’nin küskünlüğünden yararlanmasını bildi. Seyfeddin Gazi II’nin ölümü (576-1180) bizim için önemli olan son hanedanlık değişimine yol açar. Seyfeddin Gazi II, Selahaddin’in Musul ile ilgili tasarılarından haklı olarak kaygı duyduğundan küçük kardeşi İzzeddin Mesud’u Musul’daki ardılı olarak atarken, 12 yaşındaki oğlu Muizeddin Sencerşah’a Ceziret İbn Çmer’de dördüncü bir mal varlığı oluşturdu. 579/1183’te Selahaddin’in eline geçecek olan Halep dışında Zengi devletleri hanedanlığının yıkılacağı 13. yüzyıl başına kadar şu şekilde bölündüler: Musul, Sincar, Ceziret İbn Ömer Sadece, Mardin, Hasankeyf ve Harput’la özerk sınırlara bölünmüş Diyarbakır’daki Artukoğullarından bahsederek tatmin olabiliriz Büyük Selçuklu geleneğinden daha çok Türkmen geleneği temsil ediyorlardı ve bu yüzden bozkırın siyasi değerleri doğrultusunda şekillenmişlerdi. Onların varlığı Selahaddin’in bütün hayatını, paylaşılmış otorite ve yerel özerkliğin yönlendirici ilkeler olduğu bir siyasi muhitte geçirdiği anlamına geliyordu. Üniter bir krallık iktidar olmaya uygun sadece bir adamın olduğu durumlarda mümkün oluyordu; kraliyet otoritesine talip iki ya da daha fazla adamın olması ülkenin bölüneceği anlamına geliyordu. Diğer taraftan merkezileştirilmiş otokrasi kavramı (Büyük Selçukluların İranlı sözcülerinin de ifade ettiği biçimde), tüm saygın devletlerin, en azından biçimsel ve ritüelistik açından benimsemek zorunda kaldığı, güçlü bir anlayış olmuştur. Fakat 12. yüzyılın, siyasi bakış açıları aile konfederasyonu gelenekleri ile belirlenmiş adamları, bu ideali etkili bir güce dönüştürebilecek hiçbir idari kurum kuramamışlardır. Bu, sadece özel koşullardaki seçkin bireylerin anlayabileceği ve nesilden nesile geçmesi mümkün olmayan bir ihtimal olarak kaldı. Bu yüzden Selahaddin’in sorunu, Selçukluların sorununa benzer biçimde, imparatorluğu için üniter ve konfedere yapılar arasında seçim yapmak değildi. Çünkü, böyle bir seçim çok zor yapılabilmekle beraber, tamamıyla uzlaşmaz iddialar taşıyan mutlakiyetçi sultanlık ile kolektif egemenlik arasında bir denge sağlamak zorundaydı.
Selahaddin’in politik geleneğini incelerken açık ve çok önemli bir unsur olan Fatımi Mısır’ın yoğun merkeziyetçi ve bürokratik yapısını görmezden geliyoruz. Selahaddin otuz yaşında Mısır hükümdarı oldu ve on üç yıl boyunca bu makamda kaldı. Başından itibaren, Fatımi yönetim biçimiyle yakından ilgilendi ve (İbn Mammati ve Mahzumi’nin çalışmalarında iddia edildiğine göre) hem bu uygulamaları öğrenmek hem de şartlar elverdiği ölçüde bozulmasını engellemek için azami çaba gösterdi. Dahası, Selahaddin’in iktidarı süresince şeref makamında oturan ve eski Fatımi sivil görevlilerinden olan Kadı el-Fadıl, daima eski Mısır geleneği ile arasındaki ilişkiyi devam ettirmesini önerirdi.
Fakat Selahaddin’in Mısır’ı özel bir vaka olarak gördüğü anlaşılıyor. Bu yüzden, Mısır yönetim modellerini Zengi modeline göre yönetilmekte olan Suriye’deki bölgelere uygulamaya kalkışmadı. Tam tersine, Selahaddin’in beraberinde getirdiği Zengi yönetim modeline uyum göstermeye zorlanan Mısır’ın eski yönetim biçimi oldu.
Bu noktayı açıklamak için, Mısır’ın tek karakteristik özelliğine ve Selahaddin’in siyasi elitinin doğasına bakmak gerekir. Mısır yönetim sistemi, coğrafyasından kaynaklanıyordu. Nil Vadisinin tarımsal üretim için verimli bir biçimde kullanılması merkezi denetim gerektirdiğinden, bu çok dar topraklarda teknolojinin, sosyal ve ekonomik ve hatta psikolojik yapının tek biçim olması zorunluydu. Nil Nehri, Mısır’ın Afrika ve Hindistan ile ticaret yapmak için kullanabileceği tek elverişli yoldu. İskenderiye veya Dumyat gibi Akdeniz limanlarından ülkeye giren mallar Kahire’ye geliyordu ve sadece oradan Kızıldeniz’i geçecek olan gemilere yükleniyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere, Suriye limanları arasındaki yoğun rekabetin tersine, ticari açıdan da merkeziyetçilik Mısır’daki yaşamın bir gerçeğiydi. Son olarak, sarsıcı bir gerçeğe işaret etmemiz gerekir: Tarımın mali idaresinde Selahaddin’in Mısır’da kullandığı yöntemler, özünde Batlamyus zamanında kullanılanlar ile özdeşti. Son derece ileri ve katı olan bu yöntemler, sadece Nil’in özel şartlarında uygulanabiliyordu ve bunların karmaşıklığını anlayabilen özel bir heyete dayanıyordu. Sadece bu faktörler bile Fatımi yönetim geleneklerini Suriye ve Cezire’ye uygulamak için yapılacak bütün girişimleri engelleyebilir. Fakat böyle bir transferin önündeki temel engel, Selahaddin siyasi elitinin doğası idi: Sadece kendisi değil, bütün ailesi ve büyük komutanları Suriyeli olduğundan Selçuklu-Zengi değer ve geleneklerine bağlıydılar. Bu kişiler üzerinde bürokratik bir hiyerarşi gerektiren üniter otokratik yönetim biçimini uygulayamazdı. Onlar, özellikle de Selahaddin’in ailesi bunu yönetim kadrosunda bir mevki veya bir bölgenin kendilerine ve büyüklerine ayrılması koşuluyla kabul etmişlerdi. Eğer Selahaddin bu beklentilere cevap veremeyecek olsaydı, ayağı çabuk kaydırılırdı. Fakat O, onların yaptığı gibi, görevini yaptı ve Mısır’daki uygulamayı diğer bölgelere yaymayı hiç düşünmedi.
Selahaddin Eyyubi’nin Askeri Hayatı
Selahaddin Eyyubi, 1164 yılında, amcasının Mısır’a düzenlediği seferlere katılmış, askeri alanda tecrübeler edinmiştir. Amcasının vefatıyla, aynı anda Suriye komutanlığı ve Mısır vezirliğine atanmıştır.
Askeri hayatına hızlı bir başlangıç yapan Selahaddin Eyyubi, zaferlerinin temelini, ilk olarak Mısır’daki fatimi halifeliğine son vererek atmıştır. Sonrasında, sünni mezhebini yayarak, Mısır ve Suriye’de fatimilerin yaydığı yanlış mezhebi durdurmuştur. Bu başarıdan sonra, aynı dönemde, bölgede hüküm süren, İsmail Zengi ve Böri Gazi komutasındaki Zengi ordusunu da yenerek, Eyyubi devletinin temellerini atmıştır.
Birlik, beraberlik ve hoşgörü sınırları çerçevesinde kazandığı bu büyük askeri başarılar sayesinde Abbasi halifesi, Selahaddin Eyyubiyi Mısır, Suriye, Yemen, Kuzey Afrika ve Filistin’in sultanı ilan etmiştir. Bu durum, Eyyubi Devleti’nin resmen tanındığının da göstergesi olmuştur ve 1171-1252 yılları arasında varlık gösteren Eyyubi Devleti resmen kurulmuştur. Böylece İslam dünyasının tek halifesi olan Selahaddin Eyyubinin bu başarıları, müslümanların tek bir otorite altında toplanmasını sağlamıştır.
Selahaddin Eyyubi’nin Askeri Zaferleri
Mısır’ın tek yöneticisi olduktan sonra, müslümanları birleştirerek kendi otoritesi altında toplayan Selahaddin Eyyubinin askeri alanda işi kolaylaşmıştır. İslam birliğini kurmak amacıyla, Filistin, Mezopotamya, Mısır ve Suriye’deki tüm müslümanları birleştirdi. Bilinen en büyük askeri özelliği, ahlaklı, vicdanlı ve cömert olmasıdır. Bu özelliği ile, sağladığı birliği avantaj olarak kullanan Selahaddiin Eyyubi, o dönemde büyük katliam yapan Haçlı ordusunu yenerek en büyük askeri başarısını sağladı.
Haçlı ordusunun silah ve askeri teknikler açısından çok güçlü bir ordu olmasına rağmen Selahaddin Eyyubi, düzenli ve disiplinli bir şekilde müslümanları birleştirerek kurduğu orduyla bu zaferi kazanmıştır. Teknik ve mühimmat açısından oldukça güçlü olan Haçlı ordusu, düzen, disiplin ve komuta birliği açısından zayıftı. Düzenli ordusuyla hıttin savaşıyla haçlıları yenerek bölgedeki katliamı durduran Selahaddin Eyyubi Kudüsün fethi ile 1187 yılında haçlılara en etkili darbeyi vurmuştur.
Sağladığı bu başarılar, Selahattin Eyyubinin müslümanlar arasında daha çok sevilip takdir edilmesini sağlamıştır. Yenilgiyi hazmedemeyen haçlı ordusu, üçüncü seferi gerçekleştirmek için harekete geçti. Ellerinde kalan son üç kenti kurtarmak amacıyla, üçüncü sefer için askeri girişimde bulunan haçlı ordusu, tekrar başarısız oldu ve aleyhlerine olan bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı.
Selahattin Eyyubi tarihte, sultanlık hayatını islamiyete hizmete adamış, bu uğurda kazandığı büyük askeri zaferlerle müslümanları bir arada tutmayı başarmış komutan olarak, adı günümüzde de anılan büyük bir komutan olarak bilinmektedir.
Hıttîn Savaşı
Selahaddin Haçlılara karşı büyük bir coğrafyada tek İslami cephe oluşturmayı başarmıştı. Ancak Haçlıların Kerek ve Şevbek kaleleri yanında Şam sahil şehirlerinden bir kısmını ellerinde bulundurmaları Selahaddin’in sahip oldukları Şam ve Mısır topraklarım bölüyor, aradaki irtibatı koparıyordu. Ayrıca onların ellerinde bulunan bu şehirler ve sahiller önemli stratejik noktalarda bulunuyordu. Haçlıların buralara sahip olması onların ana vatanları Batı Avrupa ile kesintisiz irtibatını sağlıyordu. 1892 Bu sebeple Selahaddin, hâkimiyete geçişinin ilk anlarından itibaren bu beldelere baskın düzenlemeye önem veriyordu. Hatta o, bu işe daha evvel, Fatımi veziri iken önem vermişti. 1893 Gerçek şu ki; Selahaddin, Şam sahillerine düzenlediği baskınlarda Haçlılara hem asker hem de mühimmat cihetiyle büyük zararlar vermişti. Selahaddin’in bu baskınlarını hafifletmek isteyen Haçlılar da onun dikkatini başka bölgelere çekmek isteyerek Kızıldeniz’e saldırdılar. Sadece bununla da kalmadılar, İslam’ın mukaddes saydığı topraklara saldırdılar.1894 Ancak hadiseler süratle Selahaddin’in lehine gelişmeye devam etti.
Hıttîn Savaşı’ndan Önceki Hazırlıklar
Selahaddin, Safûriye zaferi müjdesini Kerek kalesi yakınlarına kurduğu ordugâhta iken aldı. Müjdeyi alır almaz derhâl harekete geçti, Kerek ve Şevbek’i terk ederek ordusuyla birlikte düşmana karşı ilerledi Aştera’da ordugâhını kurdu. İslam askerleri yavaş yavaş onun etrafına toplanmaya başladılar. İbni Vasıl’ın ifadesiyle yer gök askerle dolmuştu.1917 Selahaddin, Aştera’da askerini gözden geçirdi. Tam on iki bin kişiydiler. Daha sonra askeri savaş düzenine soktu. Kardeşinin oğlu Takıyyuddin Ömer’i sağ cenahın başına, Muzafferuddin Gökböri’yi sol cenahın başına yerleştirdi. Kendisi de merkezdeydi. Geri kalan askerleri harbe hazırlık olmak üzere sağ ve sol cenahlara dağıttı.
Haçlıların Hazırlıkları
Müslümanların büyük bir güçle üzerlerine geldiğini işiten Haçlılar derhâl harekete geçtiler, aralarındaki kırgınlıkları giderip ittifaka girdiler, asker toplamaya başladılar. Üçüncü Raymond ile Kudüs Kralı Guy, kralın bizzat gidip özür dilemesi sonunda barıştılar. 1919 Kral Guy seferberlik ilan etmişti. Bu; eli silah tutan herkesin silah altına alınması demekti. Krallar zaruret olmadan böyle bir şeye yeltenmiyorlardı. 1920 Haçlılar büyük bir ordu topladılar. İnsanlar etrafına toplansın diye büyük haçlarını dikmişlerdi. İngiltere Kralı Henry’nin Kudüs Kralı Guy’a gönderdiği mallar dağıtılınca Haçlı askerlerinin sayısı daha da arttı. Hezimetten sonra Safuriye’de toplanan Haçlı askerleri o asrın tarihçilerine göre elli bin ya da daha çok kişiden oluşuyordu. 1921 Ancak bu sayıyı yirmi bin olarak gösterenler de oldu.
Selahaddin’in iş Bitirici Bir Savaşı Tercih Edişi
Selahaddin, Haçlı askerlerinin Safûriye’de yeniden toplanmaya başladığı haberini alınca komutanlarıyla istişare etti. Birçoğu böyle bir savaşa girmemeleri, önceki gibi düşmanı zayıf düşürücü baskınlara denetmeleri ve öldürücü darbeyi en sona bırakmaları gerektiği yönünde fikir beyan etti. Bir grup da Haçlı topraklarında düşmanla iş bitirici savaşa girilmesi yönünde fikir beyan etti.1923 Selahaddin’in askerî dehası işte burada kendini gösteriyor. O, düşmana karşı iş bitirici savaşa girilmesi fikrini benimsedi. Çünkü onun etrafındaki askerlerin birçoğu uzak yerlerden, Yani Mısır’dan, Dilmaşk’tan, Halep’ten, Cezire’den, Musul’dan, Diyarbakır’dan ve sair yerlerinden gelmişti. Bu askerler ikta sistemi içindeki askerlerdi. Onların sayaştan başka görevleri de vardı. Nitekim onlar bazı dönemlerde izin istiyorlar ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere memleketlerine dönüyorlar Ayrıca Selahaddin, bu tercihiyle Haçlı safları arasında meydana gelen çatlaktan istifade yoluna gidiyordu. Kudüs Kralı Beşinci Boudoilin ölmüş, yerine Guy de Lusignan seçilmişti. Bazı araştırmacılara göre; onun kral olması Kudüs’ü iki büyük Haçlı kontluğunun -ki onlar; Trablus Kontluğu ile Antakya Kontluğu idi- desteğinden mahrum kılmıştı.1925 Haçlıların toplanma mekânı olan Safuriye stratejik açıdan Haçlılara üstünlük sağlıyordu. Bunu Selahaddin’in bütün komutanları biliyordu. Bu sebeple Haçlılarla iş bitirici kesin bir harbe girişmenin tehlikelerini idrak ediyorlardı. Zira Safuriye, ordugâh için en uygun bir yerdi. Tabii yönden ihtiyaç duyulan su, ot ve sair her şey orada mevcuttu.1926 Bu sebeple Selahaddin Haçlıları o bölgeden daha uygun bir yere çekme planları yaptı. Onları hezimete uğratmak için bu gerekli bir şeydi. Bir de onları kendi üzerine çekebilirse onun üzerine gelmeleri onları yorgun düşürecekti. O ve askeri ise onları zinde bir şekilde karşılayacaklardı. 1927 Bu sebeple Selahaddin bütün hazırlıklarını Haçlıları Safuriye’den kendi istediği bir mekâna çekme planları üzerine yapmıştı. Haçlıları kendi üzerine çekmek için hemen her gün onlara baskın düzenliyor, onları çileden çıkarıyordu. Ne var ki bu baskınlar Haçlıların Safuriye’yi terk etmesi için etkili olmadı. Bunun üzerine Selahaddin Taberiye’ye saldırmaya karar verdi. Zira Selahaddin, kendisinin Taberiye’ye saldırdığını gören Haçlıların ona müdahale edeceklerini düşünüyordu. Nitekim düşündüğü gibi de oldu.
Kudüs’ün Fethinden Önce Sahil Şeridinin Fethi
İslami fetihlerin anahtarı mahiyetindeki Hittîn zaferini kazanan Selahaddin, Kudüs’ u fethedip Haçlıları yenerek bu büyük zaferi taçlandırmak istiyordu. Ancak o, zaferin hemen akabinde Kudüs’ün fethine girişmedi. Sahildeki Haçlı şehirlerini, kalelerini ve surlarını fethe girişti. Bunun birkaç sebebi vardı:
1- Zaferin hemen akabinde Kudüs’e saldırmış olsaydı bu, civarda bulunan bütün Haçlıları ona karşı mücadele vermek üzere bir araya getirecekti. Bu da Kudüs’ün fethini zora sokacak ve fethi geciktirecekti.
2- Selahaddin’in Kudüs’ü fethi Batı dünyasında büyük yankı uyandıracak ve belki de onu savunmak için tüm güçlerini seferber edecek.
3- Selahaddin, Haçlıların şehri içeriden ve dışarıdan çok iyi şekilde tahkim ettiklerini biliyordu.
4- Selahaddin, Haçlıların deniz üssü olarak kullandıkları sahil şehirlerine yöneldi. Çünkü onların başta Avrupa olmak üzere dış âlemle irtibatlarını kesmek ve onları Şam topraklarına hapsetmek istiyordu.
5- Ayrıca o, Mısır’da bulunan liman ile Şam sahil şeridinde bulunan limanlar arasında seri deniz ulaşımım kurmak istiyordu.
Bütün bu sebepler yüzünden Selahaddin, önce sahil şehirlerine yöneldi. Oraları Haçlılardan temizlemek suretiyle Avrupa’dan gelebilecek yardımın önünü kesmek istiyordu.
KUDUS’ÜN FETHİ
Hittîn Savaşı, Haçlı savaşları tarihinde iş bitirici olarak nitelendirilmektedir. Zira bu savaşta Kudüs Krallığı bütün kuvvetlerini kaybetmişti. Yine bu savaşta bölgedeki Haçlı mevcudiyetinden bu yana Haçlıların toplayabilecekleri en büyük ordu yok edilmiş, Selahaddin bu savaşta “Muzaffer Komutan” lakabını almıştı. Selahaddin bu savaştan sonra İslam âleminin en büyük lideri hâline geldi. Bu savaştan sonra Haçlıların Kudüs’te hatırı sayılır bir güçleri kalmamıştı. Aynı yılın eylül ayında Askalan ve Gazze fethedildikten sonra Selahaddin ordusuyla birlikte Kudüs’e yöneldi. Selahaddin Kudüs’ü kılıç zoruyla fethedecekti. Bu arada Kudüs’tekiler de ona karşı mukavemet etmek üzere hazırlıklara giriştiler ve tam seksen sekiz gün mukavemet gösterdiler.
Selahaddin Eyyubi’nin Başarılı Bir Komutan Olmasını Sağlayan Özellikleri
25 yıl boyunca, hem vezirlik hem de sultanlık yapan ve bu süre içerisinde tüm gücünü müslümanlara hizmet etmek için harcayan Selahattin Eyyubi, eşine az rastlanır komutanlardan birisi olarak tarihe geçmiştir. Sanata ve ilme değer veren yapısıyla, sultanlık yaptığı dönem boyunca alimleri himaye altına almış ve her yönden gelişmiş bir islam devleti için uğraşmıştır. Düşmanların acımasızlığına karşı, merhametli ve adil bir komutandı.
Müslümanlara karşı büyük katliam yapan ve kan döken haçlıları bozguna uğrattığı dönemde bile ele geçirdiği düşman askerlerine karşı iyi niyetli ve merhametli davranmıştır. En büyük silahın birlik ve kültür olduğunu düşünen Selahaddin Eyyubi, farklı ülkelerden alimler getirterek, bölgedeki müslüman halka dersler verdirmiş ve kültürel açıdan gelişmiş bir islam ordusu ortaya çıkarmıştır.
Merhametli ve iyi niyetli olduğu kadar cömertliğiyle de bilinen Selahaddin Eyyubi, Mısır ve Kudüsün fethi ile elde ettiği hazinelerden, kendisi için hiçbir harcama yapmamıştır. Harcamaları, genellikle askeri girişimler için yapmıştır.
Selahaddin Eyyubi, aynı zamanda cesur bir komutandı. En büyük silahı imanıydı. Savaşmak için yeterli ekipmana fazlasıyla sahip olan haçlı ordusunu, tek çatı altında topladığı müslümanlarla bozguna uğratması da, cesaretinin en büyük göstergesidir. En büyük hedefi, müslümanları korumak, islamiyeti yaymak ve birlik altında tutmaktı. Selahaddin Eyyubi’nin sağladığı başarılar, sadece askeri başarılarla sınırlı değildir.
Kültürel gelişim açısından da, müslümanları geliştirecek ve güçlendirecek birçok girişimde bulunmuştur. Kültürel olarak gelişme sağlamak için, Mısır sultanı olduğu dönemde, farklı mezheplere yönelik eğitim veren medreseler yaptırarak eğitimin önünü açmıştır. Himayesindeki şehirleri, ilim ve sanat açısından gelişmiş birer merkez haline getirmek için, maddi-manevi her türlü imkanı seferber etmiştir. Haçlıların işgali sırasında, zarar gören camilerin tadilatını yaptırmıştır.
Haçlıların saray olarak kullandığı Mescid-i Aksa’yı, gerekli tadilat ve restorasyonlarını yaptırarak tekrar cami haline getirmiştir. Selahaddin Eyyubi, tüm askeri girişimlerini, tamamen müslümanları ve islamiyeti korumak adına yapmıştır.
Şahsiyet olarak, merhametli bir komutan olduğu tüm dünya tarafından Kabul edilen Selahaddin Eyyubi, müslümanlık adına savaşarak büyük askeri başarılar kazansa da, karşısındaki büyük katliam yapan düşman askeri olmasına rağmen, hiçbir zaman gereksiz yere kan dökmemiştir.
Selahaddin Eyyubi’nin Tarihteki Önemi
Selahaddin Eyyubi, 25 yıl boyunca, Mısır ve Suriye sultanlığı yapmıştır. Bu süreyi genellikle, at üstünde ve harp ortamlarında mücadele ederek geçirmiştir. Ortadoğu’da, 88 yıl boyunca acımasız katliamlar yaparak çok kan döken haçlıları bozguna uğratarak, varlığına son veren Selahaddin Eyyubi, 17 erkek ve 1 kız evlat sahibidir. Eşi ise, İsmet Hatun’dur. İsmet Hatun, Büyük Selçuklu Devleti’nin Halep atabeyi olan Nurettin Mahmut Zengi’nin eşiydi. Selahaddin Eyyubi, Nurettin Mahmut Zengin’in vefatından sonra dul eşi İsmet Hatun ile evlenmiştir.
Yaşamının çoğu zamanını savaşarak geçiren Selahaddin Eyyubi, 1193 yılında hastalanmıştır. 14 gün hasta olarak yatan Eyyubi, Şam’da vefat etmiştir. 56 yaşında vefat eden büyük komutanın kabri, Şam’dadır.
KAYNAKÇA
- Stanley Lane-Poole, (2012), Selahaddin : İstanbul, çev: Nice Damar, ed: Abdullah Keskin
- Hindley Geoffrey, (2011), Bir İslam Kahramanı Selahaddin :İstanbul, çev: Süleyman Genç, ed: Ceren Anıl Altunkanat
- Fahmy Hafez, Francesco Gabrıellı, M.C. Lyons, Vera Beaudın Saeedpour, R. Stephen Humphreys ve Paul A. Blaum, (2000), Selahaddin’in Mirası : İstanbul, çev: Serdar Şengül ve Bilal Öztunç, ed:Abdullah Keskin
- Ali Muhammed Sallabi, (2010), Selahaddin Eyyubi ve Kudüs’un Yeniden Fethi, çev: Şerafettin Şenaslan, ed: Mustafa Kasadar
Çok faydalı bir yazı olmuş Kadir Bey paylaşımınızdan dolayı şükranlarımı sunarım..