Devlet
En temel anlamda devlet, açıkça “kamusal” nitelik arz eden, toplumsal hayatın kamusal olarak örgütlenmesini hedef alan ve kamusal bütçe ile işleyen ve en nihayetinde kamusal nitelikteki güce dayandıkları varsayılan organizasyonlar bütünüdür. Bu anlamda askeriyeden belediyelere, hükûmet kurumlarından bürokrasiye ve polis gücüne kadar birçok kurumun “adına güç ve iktidar kullandıkları” kamusal otoritenin kurumsal bütünlüğüne devlet denebilir.
Bu anlamda devlet ve hükûmet kavramlarını birbirleriyle karıştırmamak gerekir. Hükûmet, aslına bakılırsa, daha geniş devlet organizasyonunun bir parçasıdır. Hükûmet geçici iken, devlet kalıcıdır. Hükûmet devletin bir nevi beyni olarak görülebilir: Devlet otoritesinin uygulanmasını pratiğe geçirir. Hükûmet, devletin polis, eğitim, sosyal yardım vesair gibi kurumları üzerindeki hâkimiyeti ile devletin işlerliğini sağlar. Fakat bu basit bir mesele değildir. Zira hükûmet devlet iktidarını kullanırken ne dereceye kadar serbest olacağı, bu iktidarı istediği gibi kullanıp kullanamayacağına dair yürütülen tartışmalar, bu hususları düzenleyen anayasalar çerçevesinde dönen en ciddi tartışmalar olmaya devam etmektedir.
Aslına bakılırsa devleti, siyasal iktidarın toplumdan kopması, topluma ait bazı güçlerin, toplumdan ayrışarak, buyurgan bir otorite hâlinde kurumsallaşması süreci içerisinde anlamak gerekir. Bu ayrışma üzerine biraz durmak gerekir, zira bu konu bize siyasal iktidarın kökenleri hakkında bir ön bakış sağlayacaktır. Siyasal iktidarın toplumdan ayrışması belki de insanlığın ilk evrelerine kadar geri götürülebilir. Siyasal iktidar, insanlık tarihinin en başından itibaren var olan bir yapı değildir. Antropolojik çalışmalar insanların herhangi bir siyasal iktidar yapısı geliştirmeden var oldukları geniş bir insanlık döneminin var olduğunu söylemekte. Siyasal iktidarın, topluluğun kendisinden sıyrılması ve onun üzerinde buyurgan, emredici bir kurum, yapı hâline gelmesi üzerine fazlasıyla yorum vardır. Bunlardan bazıları kabile düzeyindeki din adamlarının rollerinin dönüşümünü ön plana çıkarmakta, bazılarıysa insan topluluklarının maddi yeniden üretime yönelik organizasyonlar içerisinde bir tür siyasal iktidar kurumsallaşmasına doğru yöneldiklerini söylemektedir. Kökeni ne olursa olsun, siyasal iktidarın topluluktan kopması, yani topluluğun kendisine ait bazı güçleri devrederek buyurgan bir otorite oluşturması siyasal iktidarın ortaya çıkışına işaret etmektedir. Devlet, siyasal iktidarın uzun dönüşüm sürecinde geldiği uğraklardan birisidir ve aslında, devlete dair küreselleşme tartışmalarını dikkate alacak olursak, bu dönüşüm halen devam etmektedir.
Bu süreç içerisinde devletin de köklü dönüşümler geçirdiğini hatırlamak gerekir. Devlet, Latince status kelimesinden türemiş bir kavramdır. 13. yüzyılda kullanıldığı anlamda status bir kişinin veya bir şeyin durum, pozisyon ve şartlarına işaret eden bir kavramdır. Giderek fiziki biçim ve yapıya işaret etmeye başlayan kavram Cermen dillerine siyasal bir anlam içererek geçer ve 16. yüzyıldan itibaren bir ülkenin siyasal organizasyonuna gönderme yapan bir kavram hâline gelir. Hiç şüphesiz ki devlet kavramının bu son anlamını kazanmasıyla, Batı siyaset düşüncesinde egemenlik kavramının dönüşmesi arasındaki paralellik önemlidir. Yine bir 16. yüzyıl siyaset düşünürü olan Jean Bodin, egemenliğin birliğine dair bir milat sayılan fikirlerini bu dönemde ortaya atmıştır. Başka bir deyişle bugün için hepimize çok doğal gelen devletin mutlak egemenliği fikri de aslında tarihseldir. Devletin egemen bir varlık olarak ortaya çıkması, hiç şüphesiz ki siyasal iktidarın kullanımında köklü bir dönüşümdür. Devlet, böylelikle siyasal iktidarın çeşitli lokal otoritelerce parçalı bir şekilde kullanıldığı feodal dönem içerisinde, gücünü giderek bu lokal otorite odakları aleyhine olacak şekilde artıran bir güç merkezi hâline gelir.
Bu gücün artması elbette devletlerin vergi toplama ve savaş için gerekli orduları oluşturma konusundaki kapasitelerinin artmasına paralel olarak gelişmiştir. Bu noktada devleti, mutlak şiddet tekelini elinde bulunduran ve bu tekel üzerinden toplum üzerinde hâkimiyet kuran iktidar olarak anlayan Alman sosyolog Weber’i anmak gerekir. Gerçekten de modern devlet belirli bir coğrafya içerisinde öncelikle yerel güç kullanma kapasitesini barındıran otoritelerin merkezi devlete tâbi kılınması üzerinden gelişmiştir. Modern devletin en önemli özelliği, modern öncesi dönemde topluma dağılmış bulunan şiddet kullanma kapasitesini kendi tekeli altına almasıdır. Ordunun merkezileşmesi, özellikle kırsal alanda her evde bulunan silahların toplatılması, ceza verme yetkisinin merkezi yargı organına devredilmesi, savaş organizasyonunun merkezileşmesi devletin inşasında önemli adımlar oluştur. Modern öncesi dönemlerde, kilise ve derebeylikler gibi parçalanmış feodal yapılar arasında dağılmış olan siyasal iktidar, böylelikle süreç içerisinde modern devlette tek bir merkezde toplanmıştır. Modern egemenlik, yani siyasal iktidar kullanım yetkisinin merkezileşme sürecini Avrupa’da on beşinci yüzyıla kadar geri götürmek mümkündür. Bu egemenliği belirleyen ve sınırlayan en temel unsur ülkesel sınırlardır. Devlet, sınırları belirli bir ülke içerisinde ve bu ülkedeki nüfus üzerinde egemen olarak tanımlanır. Başka bir deyişle devlet, ülkesi ve tebaası olan bir egemenliktir. Bu ülke içerisindeki nüfus üzerindeki otoritesi mutlaktır. Bu nüfus içerisindeki evrensel nitelikteki otorite parçalanamaz ve kişilerin veya grupların “ben iktidarın şu kısmı ile bağ kuruyorum, bu kısmı ile kurmuyorum” veya daha somut belirtmek gerekirse “ben yargı sisteminin şu unsurlarını benimsiyorum, şu unsurlarını ise benimsemiyorum” deme hakkı yoktur. Egemenlik ve onun unsurları ile ilgili olarak gönüllülük geçerli bir nitelik değildir. İktidarın belirlenmiş tüm unsurları, tüm nüfus üzerinde, eksiksiz ve bir bütün olarak uygulanırlar.
İlk olarak kralın şahsında merkezileşen devlet, giderek onun bedeninden uzaklaşır, soyut, hükmi bir kişilik hâline gelir. Bu anlamda siyasal iktidarın devlet iktidarı olarak kurumsallaşması, iktidarın kişisellikten sıyrılıp kurumsallaşmaya geçişini, muhayyel bir kurumsal bütünlüğe ulaşmasına işaret etmektedir. İnsanlar bir şefe, bir derebeyine veya hükümdara değil, onların fiziksel varlıklarının ötesinde, adına devlet denilen sürekli ve soyut bir varlığa itaat eder hâle gelirler. Bu anlamıyla devlet, siyasal bütünleşmeyi sağlayan bir tür sembolik varlıktır. Bu sembol, modern toplumsal gelişme içerisinde, insanların itaat ve bağlılıklarını paylaşmak isteyen güçlere, yani çok parçalı feodal iktidar yapılarına ve kiliseye karşı, bütünleştirici bir sembol olarak kullanılmıştır. Bu anlamda modern ulus-devletlerin ortaya çıkışı, eski çok parçalı feodal yapıların yerine merkezi devlet aygıtının ortaya çıkışı anlamına da gelir. Bu sembolik varlık giderek hukuksal anlamda hükmi bir kişilik olarak ortaya çıkmıştır. Devletin giderek, siyasal bir birlik kurmuş modern insan topluluklarının bütünlüğünü ifade eden ve bu bütünlük adına iktidarı dağıtan ve kullanan hükmi bir kişilik hâline geldiği söylenebilir. Modern devletin düşünce babalarından birisi olarak addedilen Thomas Hobbes’un, insan çokluğunu (multitude) temsil eden devletin birliğine (unity), daha doğrusu çokluğun ancak birlik şeklinde temsil edilebileceğine dair vurgusu burada önem kazanmaktadır. Devlet, bu temsili birliğin kendisinden başka bir şey değildir ve her ne kadar Hobbes’un ifade ettiği şekli ile mitik canavar Leviathan’ın şahsiyetinde vücut bulsa da, aslen kişisellikten azadedir. Devlet, “kişisellikten azade bir kişi olarak”, yani temsil eden bir birlik olarak “persona” hüviyetini kazanır. Devletin erk uygulayabilmesi, birliğe dair taşıdığı bu fiktifikasyona dayanır.
KAYNAK: https://cdn-acikogretim.istanbul.edu.tr/auzefcontent/19_20_Guz/siyaset_bilimine_giris/4/index.html